sinema port logo sinema port  logo

BİZİ TAKİP EDİN

Film Haberleri 26 Nisan 2020

Quentin Tarantino, 1972 Yapımı Deliverance Filmi İçin Bir İnceleme Yazısı Kaleme Aldı

Quentin Tarantino, John Boorman’ın yönettiği; Burt Reynolds, Jon Voight, Ned Beatty ve Ronny Cox’ın başrollerinde yer aldığı 1972 yapımı Deliverance filmi için bir inceleme yazısı kaleme aldı. Usta yönetmen Quentin Tarantino’nun Beverly Cinema için kaleme aldığı inceleme yazısının Türkçe çevirisini aşağıda bulabilirsiniz: Geriye dönüp bakınca rahatsız edici bir film olan Deliverance’ın zamanında (1972) yarattığı etkiyi takdir etmek biraz tuhaf. Film sadece başarılı olmadı, zeitgeist‘i yakalayan bir başarıydı. Gerilim ve aksiyon filmlerinin neredeyse hiç olmadığı kadar gündemdeydi ve insanlar film hakkında konuşuyordu. Bu filmi rahatsız edici yapan şey aynı zamanda onu 72 yazının kaçırılmaması gereken popüler filmi yaptı. 10 yaşındayken annemle birlikte The Tarzana Movies’teki iki film birdende The Wild Bunch ile beraber izlemiştim (hayatımın en muhteşem sinemaya gitme deneyimlerinden biri). O zamanlar altı perdesi olan ender sinemalardan biriydi. (Bert I. Gordon’ın Chuck Connors’lı The Mad Bomber’ını izlemek istediğimi hatırlıyorum. Ve bir noktada o sinema salonuna gizlice girip beş dakikasını izlemiştim… Bret Easton Ellis’in diyeceği gibi ‘Ahhh… yetmişler’) Film Atlanta’dan dört adamın hikâyesini anlatıyor, üç yüksek sosyal sınıftan aile adamı -Ed (Jon Voight), Bobby (Ned Beatt) ve Drew (Ronny Cox), av meraklısı serseri arkadaşları Lewis (Burt Reynolds)’in peşine takılıp Cahulawassee Nehri’nde bir kano macerasına çıkıyorlar. Bu gezileri, nehir alanını kilometrelerce su altında bırakacak olan barajın tamamlanmasından bir hafta önce gerçekleşiyor. Banliyölü kocalar ile bekâr olan Lewis arasındaki farklılıklar oldukça çarpıcı. Lewis kabadayı gibi konuşuyor, kabadayı gibi davranıyor (taşradan karakterlerle karşılaştıklarında bir tek o çekinmiyor) ve her bir zerresiyle maço bir adam gibi duruyor (The Bandit olarak giydiği kırmızı gömlekten önce Lewis olarak giydiği dalış yeleği Burt Reynolds’ın en ikonik film kostümüydü). Ama yazar James Mickey ve film Lewis’in kendisine dair fikrine ayak uydurmaya çalıştığını açıkça gösteriyor. Tamamen düzmece değil ama görünmeye çalıştığı gibi bir otorite de değil. Arabalarıyla nehir aşağı gitmenin bedeli için taşralılara blöf yapmasıyla, arkadaşlarına sergilediği doğayla iç içe dağ adamı görüntüsü aynı. Beatty’nin canlandırdığı Bobby, Lewis’in arkasından diğerlerine soruyor ‘Kim olduğunu zannediyor, Tarzan mı?’ Deneyimden gelen bilgelik yerine tüketilmiş olgularla dolu. Okla avlanma konusunda oldukça iyi ama o bir sporcu, hayatta kalma mücadelesi veren biri değil. Her ay bir hafta sonu için savaşçı, akıldan çok cesareti, bilgisinden çok görüşü var. Sağ görüşlü radyo istasyonlarını arayanların politikayla ne kadar uzmanca bir ilişkisi varsa Lewis’in de ormanlar ve nehirlerle öyle uzmanca bir ilişkisi var. Evet ona eşlik eden üç kişiden daha güçlü içgüdüleri var. Ama aslında kendisine dair maço görüşü gibi içgüdüsü de bir poz. Tabii bu poz bir yalan demek değil. Lewis bir sahtekâr değil -o poza inanıyor ve bu rahatlıkla takındığı bir poz. Ama bu aslında Lewis değil, Lewis’in olmak istediği kişi. Lewis’in kendisine model aldığı kişiler bu karaktere girip çıkamazlar ama Lewis girip çıkabilir. Eğer Lewis bir spor eşyaları dükkanı işletiyor olsa ve kredisini ertelettirmesi gerekse, bankaya gidip kredi uzmanıyla görüşeceği zaman bu pozu bırakabilir. Ed gibi giyinip onun gibi davranabilir ve davranır da. Ve bu da bir yalan olmaz. Warren Beatty’nin Shampoo’daki karakteri, George Roundy bir kredi görüşmesinin altından kalkamaz ama Lewis kalkabilir. Yazar Dickey için kocalara rehber olarak gerçek (para alan) bir nehir uzmanı vermek çok kolay olurdu. Hikâyede Lewis ile aynı şeylere hizmet ederdi, Reynolds’ın filmin ilk yarısı (filmin en iyi yarısı) boyunca ortaya atıp durduğu renkli yorumların bile birebir aynısını yapabilirdi. Ama Dickey bize her ne kadar atıp tutsa da Lewis’in bu üç kocayla, karşılaştıkları nehir sakinleriyle olduğundan daha fazla ortak noktası olduğunu göstermek istiyor. Lewis’in lüks bir Atlanta restoranında kızarmış kalamar ve karides scampi yemişliği var. Purosu Dutch Masters değil Küba malı. Bir Brandy Alexander ve Harvey Wallbanger’ı nasıl sipariş edeceğini ve bunların tadının nasıl olması gerektiğini bilir. Lewis, Five Easy Pieces’taki Jack Nicholson’ı izledi. Lewis, Roman Polanski’nin kim olduğunu biliyor.   Diğer üçü arasından sadece Beatty’nin canlandırdığı Bobby, Lewis’in Tarzan numarasına kanıyor ama o da gruba yeni. Voight’un canlandırdığı Ed ve Cox’un canlandırdığı Drew, Lewis’in izinden gidiyorlar ama tam olarak ne olduğunu biliyorlar. Bu ilginç bir poz olduğu için bundan keyif alıyorlar. (Bu dört adam Hollywood sinemacıları da olabilir; üç kocayı Spielberg, Lucas ve Scorsese olarak hayal edebilirsiniz. Ve gerçekten Lewis’i John Milius olarak hayal edebilirsiniz.) Gezinin ilk günü Drew “Ed ben seninle geliyorum, Lewis’in hiç bilmediği bu dağ yollarında nasıl sürdüğünü gördüm” diyor. Daha gezinin ilk gününde bir kanoda Ed ve Drew, bir kanoda Lewis ve Bobby var. Ve Lewis bütün gün Bobby’ye emir yağdırıp duruyor. Ve bunu uzmanlığından, ya da eğlence olsun diye yapmıyor, zorbalığından yapıyor. Bobby’ye onu küçümseyerek tombul diyor, bu onu yumuşak bir adam olarak mimliyor. Bu erkek grubunun efemine üyesi. Otuz kilo daha şişman olsalar bile ne Ed’in ne de Drew’ün müsamaha etmeyeceği türden bir saygısızlık. Ama Bobby buna müsamaha ettiği için erkek dinamikleri içindeki pozisyonunu belirliyor. O gece Bobby, Ed’e Lewis’in davranışları hakkında yakınıyor, ama bunu yetişkin bir adamın tonuyla yapmıyor. Bu mızmız bir ergenin tonu. Ayrıca bu kaygılarını ona zorbalık yapan adama da belirtmiyor. Bunun yerine araya girer umuduyla Ed’e ispiyonluyor. Aynı şekilde Lewis bir sonraki sabah Ed’e “Tombulu bugün sen al” diyerek Bobby’nin maskülen grup dinamikleri içindeki yerini daha da küçültüyor. Nehir aşağı bu yolculuk bir hız treni değil. Her bir adamın birbirleriyle uyum içinde çalışıp bireysel başarıya ulaşmasını gerektiriyor. Yaptıkları şey gerçekten tehlikeli. Sonuçta Bobby bir balık tutma gezisinde en zayıf balıkçı, ya da basket sahasındaki en sakar oyuncu değil. Benim gözümden bakınca Bobby iyi iş çıkarıyor gibi görünüyor. Diğer adamlar kadar kendine güvenmiyor ama koordine edilmemiş bir yükümlülüğü var. Bobby bireysel başarısı için takdiri hak ediyor ve ‘İyi iş’ diyerek bunu göstermiyor olması Lewis’in acımasızlığının göstergesi. Grup içinde en çok güvenilen ve sevilen Ed. İlk olarak herkesin bağlantı noktası. Bobby Lewis’i tanımıyor, onu geziye Ed davet ediyor. Drew Lewis’i tanıyor ama Ed kadar değil. Dickey’nin romanında Ed bir grafik sanatçısı, Lewis ise bir arazi sahibi. Ed ve Lewis’in nasıl arkadaş olduklarını merak etmenize neden oluyor. Nasıl tanıştılar? Lewis’in ilk av gezisine Ed’i çağırmasına ne sebep oldu? Peki Ed’in kabul etmesine? Filmde Lewis Ed’e soruyor “Neden benimle bu gezilere çıkıyorsun Ed?” Ama Ed bir film karakterinin vereceği gibi cevap veriyor “Biliyor musun bunu bazen ben de merak ediyorum” Hayır etmiyor. Lewis zaman kaybetmeden gruba felsefesi hakkında konuşma yapmaya başlıyor. Birebirde Ed’e de böyle konuşmalar yapıyor (Makineler çalışmayı bırakacak). Ama Ed’le yaptığı konuşmalar çok daha samimi. Tüm grup karşısında olduğunda ise Lewis’in palavraları, hayatta kalma retoriği, dikkatsiz sürüşü, nehir sakinlerini kızdırma cesareti tek bir seyirciyi memnun etmeye yönelik, kendisini.

Quentin Tarantino: “Filmin İlk Yarısında Ed ile Lewis Arasında Homoerotik Bir Flörtleşme Gerçekleşiyor”

Ama seyirci yalnızca Ed olduğunda, aynı yazar tarafından yazılmış olsa da Ed’e çok daha samimi bir şekilde iletiliyor. Filmin ilk yarısında Ed ile Lewis arasında homoerotik bir flörtleşme gerçekleşiyor. Budd Boetticher’in The Tall T’sinde Randolph Scott ile Richard Boone arasında gerçekleşen flörtleşme dansından çok da farklı değil. Lewis, Drew veya Bobby’nin refakatını istemiyor ya da ihtiyaç duymuyor. Ed’in bu geziye tek başına gelmesini tercih eder. Ve belli nedenlerden dolayı değil. Sadece anlamadığı değil, aynı zamanda üzerine düşünmenin bile aklına gelmeyeceği nedenlerden dolayı. Güzel bir kız kulüpte bir erkekle buluşmaya giderken nasıl yanında şişman bir arkadaşını götürüyorsa Ed de Bobby’yi geziye o şekilde götürüyor. Lewis’in nehirde birlikte gezmek istediği kişi Ed. Lewis, coşkun sularla Ed ile birlikte yüzleşmek istiyor. İki erkeğin akıntının zorlu olduğu yerlerde aynı kanoda yer almaktan kaçınması neredeyse şirin. Aynı kanoya geçtiklerinde Ed yayılıp otururken Lewis okuyla nehirden yemeklerini vahşice çıkarıyor, Lewis bu maço pozu sadece Ed için kesiyor (Akıllara Lewis’in okuyla tuttuğu balığı o gece kimin pişirdiği sorusunu getiriyor?) Lewis, Ed için poz kesip, ciddi ciddi görüşlerini belirtirken ona takılarak “İyi bir karın var. İyi bir çocuğun var” diyor, buna alınmayan hatta eğlenen Ed buna “Bunu sanki kötü bir şeymiş gibi söylüyorsun Lewis” diyerek cevap veriyor. Bunun üzerine Lewis (özellikle de Burt Reynolds) gülüyor ve soruyor “O zaman neden benimle bu gezilere çıkıyorsun Ed?” Ed gülmeyi kesiyor ve agresif olmayan bir şekilde karşı duruşunu gerçekleştiriyor “Ben hayatımı seviyorum Lewis”, Lewis yine soruyor “Neden benimle bu gezilere çıkıyorsun?” “Biliyor musun bazen ben de bunu merak ediyorum” Biliyor musun belki de bu replik benim düşündüğümden daha iyidir. Gezinin ikinci gününde bir kanoda Ed ve Bobby, diğerinde Lewis ve Drew var. Ed ve Bobby diğerlerinin bir hayli önüne geçiyor (Bu Bobby’nin belki de nehirde ilerleme konusunda bize söylendiği kadar kötü olmadığını gösteriyor). Nehrin kenarına çekiyorlar ve diğerlerinin yetişmesini beklerken bir ara veriyorlar. Bu noktaya kadar Boorman daha önce göstermediği, daha sonra da hiçbir zaman göstermeyeceği heyecan yaratan bir ileri hareket sergiliyor. Point Break gibi iyi kitaplardan uyarlandığında bile Joohn Boorman filmlerinin senaryoları çoğunlukla kötü olduğu için böyle (Bu ve Hope and Glory hariç). Bu noktaya kadar filmin, hikâyenin ve karakterlerin bir yere gittiğini biliyoruz… ama eğer hikâyeyi bilmiyorsanız nereye gideceğini gerçekten bilmiyorsunuz. Tahmin etmeniz de mümkün değil. Filmi 1972’de izleyenlerin büyük kısmı olayların dramatik bir şekilde değişmesine hazır değildi. Bu yüzden bu kadar etkili oldu. Adamlar nehrin zorlu sularından aşağı doğru gittiği için çoğu izleyici bir şeyler olacağını bekliyordu. Bu gezide bir şeylerin olacağı çok açık. Ama yönetmen bu şeyin ne olacağı hakkında en ufak bir ipucu dâhi vermiyor. O şey, yetmişler stüdyo sinemasının ilk yıllarında Sam Peckinpah tarafından yönetilmeyen bir filmdeki en yoğun, en rahatsız edici şekilde şiddetli sekanslardan biri. Ayrıca en ikoniklerden biri de oldu. Yetmişler ve seksenler boyunca insanlar sadece filmin tema şarkısı olan Dueling Banjos’un ilk notalarını mırıldanarak, hiç konuşmadan filmi akıllara getirebilirdi. Ama yeni izleyicilerin filme ne olacağını bilerek başlamayacağı kadar uzun zaman geçti. Normalde hikâyeyle ilgili detay paylaşmaktan çekinmem. Günlük bir gazete için film incelemesi yazmıyorum, genelde 40 yıllık filmler hakkında analizler yapıyorum. Yine de bu seferlik bu analizi filmin ilk yarısıyla sınırlı tutuyorum. Bir noktada, on yaşındayken filmin şiddet dolu sahnelerini izlememi anlattığım ve bunu nasıl yorumladığımı tarif ettiğim başka bir yazı bulurum. (Tabii ki fiziki olarak ne yaşandığını anlamamıştım. Sadece karakterlerin küçük düşürüldüğünü anlamıştım. Ve doğru anlamıştım.) Hem hikâye hem de Dickey’nin kitabının teması aslında bu kışkırtıcı şiddet olayı gerçekleştikten sonra ne olduğu hakkında. Boorman’ın anlatısı bir kokunun peşindeki tazılar gibi en başından beri magandalara doğru gidiyordu. Ama Dickey’nin anlatısı dört öfkeli adamın bundan sonra ne yapacaklarını tartışmasıyla ilerliyordu. Aklınıza gelen hemen hemen tüm senaryolarda bu hikâye hâlâ tehdit teşkil eden bir düşman karşısında bir hayatta kalma mücadelesi olurdu. Neredeyse tüm senaryolarda adamlar nehirden indikten sonra otoritelere giderdi ve ne olduğunu anlatırdı ve burada biterdi. Ama Deliverance’taki erkeklere öyle ya da böyle hayatları boyunca yükünü taşıyacakları bir toplumsal tabu sunuluyor. Ama baraj tamamlanıp tüm bu alan sular altında kalacağı için sırlarını gömme fırsatı da sunuluyor. Ve Lewis’in diğerlerine söylediği gibi “Dostum, bundan daha derine gömemezsin.” Başka bir deyişle ormanda olan ormanda kalır. Ve bu dört adam kimse bir şey bilmeden sıradan hayatlarına geri dönebilirler. Ve film izleyiciye “Siz ne yapardınız?” sorusunu sorar. Tartışma sahnesi bittikten sonra film bir daha hiç o kadar etkili olmuyor. Ronny Cox’a ne olduğunun belirsizliği tüm üçüncü perdenin yanlış yolda ilerlemesine neden oluyor. Bunun belirsiz olmasının kasıtlı olduğunun pekâlâ farkındayım. Ama Boorman’ın aksiyonu sahneleme şekli ve Cox’un tepkisini yönetmesi ilk başta kafa karıştırıyor ve sonunda da rahatsız ediyor. Karakterlerin Drew’ün başına ne geldiğini bilmemesinin önemli olduğuna karar verdiyse (bence buna gerek yok) bile izleyicinin ne olduğunu bilmesi gerekirdi. Buradan sona kadar film savsaklıyor. Ed’in maskülenlik ritüeli kesinlikle olması gerektiği kadar yoğun ya da heyecan verici değil. O kadar akademik ki sonuçtan hiç şüphe yok. Eğer yüzü dağıtılsa ve Lewis’i kurtarmak Bobby’ye kalsaydı, işte bu bir hikâye olurdu! Hayatta kalanların yetkililerle karşılaşmasının o nehirdeki her şey kadar gergin olması gerekirken, bir saatin ilerleyişini izlemek kadar dinamik. Çünkü Boorman akıl almaz bir şekilde bu sekansı dramatize etmeme gibi kötü bir karar veriyor. O kadar dramatik değil ki ne olduğunu anlatmak için bir romancı ne olup bittiğini okurken durağan fotoğraflar gösterse de olurdu. Şerifi James Dickey oynuyor ve Boorman’ın filmin bu kısmını yarım yamalak kotarmasına rağmen oldukça etkili oluyor. Ama bu, ilgi çekici bir diğer karakterin gelip filmi noktalaması gereken an. Doğru aktör ve doğru bir üçüncü perdeyle, şerif karakteri geriden gelip oyunu alabilirdi. Deliverance’ın sona doğru yavaşça akmasının nedeni mutfağınızda duran bir zebra kadar aşikâr. Burt Reynolds’ın Lewis’ini üçüncü perdeden hemen önce kenara almak tematik olarak zengin ve yapısal olarak cesur olsa da, bu film için sinematik olarak bir intihar.