logo logo

BİZİ TAKİP EDİN

Haber 13 Kasım 2023

Yetkin Yüksel'den Martin Scorsese İmzalı “Dolunay Katilleri” Film İncelemesi

Amerikan yerlilerinin (Kızılderililer) bitmeyen acıları üzerine, sayısız film izledim. Amerika Birleşik Devletleri özellikle Holywood, bir şekilde günah çıkartarak yakın tarihiyle yüzleşmeyi, sekizinci sanat üzerinden gerçekleştirmek istiyor. Bu sayede, sanatın yapıcı gücüyle, insanlıktan taraf olmamızı sağlıyor. Özellikle tiyatro ve sinemanın en önemli özelliği, yaşamın içindeki bilgiyi estetik özellikleri diğer sanat dallarıyla birleştirerek sunmasıdır. Bu sayede, olay örgüsü zihnimizde ve duygularımızda iz bırakarak, haz alması sağlanır. İzlenirliği yüksek, duygusal açıdan bağ kurduğumuz filmlerle, yıkılan her hayalle karşı, kurulan yeni gerçekle yüzleşmemiz sağlanıyor. Bu acıdan da sanatın büyülü ve dönüştürücü gücünün, çok değerli olduğunu düşünüyorum. Martin Scorsese’nin son filmi  “Killers of the Flower Moon” (Dolunay Katilleri) önemli bir örnek olduğu düşüncesindeyim. Yeni dalga sinemanın öncülerinden olan Martin Scorsese, hakikate, kameranın arkasından bakarak, izleyiciye sunması, sinemanın ne kadar güçlü bir sanat olduğunu gösteriyor.



Karanlık yaşamlara zorlanan tırnak içinde “öteki” dediğimiz insanların; çağın  getirdiği çelişkilerle derinleşen sorunlarla harmanlanmış senaryoların yönetmeni olarak, günümüz sinemasına öncülük ediyor. Dolunay Katilleri, David Grann’ın aynı isimle yazılmış romanından Eric Roth tarafından uyarlanmış. Roth, dönem romanı olmasına karşın, günümüzün, toplumsal çıkmazlarına da yol gösterici olmasından dolayı, temiz bir yorumla senaryoyu oluşturmuş. Yazarın kurguladığı romanın omurgasını bozmadan, yorumlaması, izleyici her sahnede farkı etkiyle şaşırtmayı başarıyor.

Dolunay Katilleri; Amerikan yerli liderinin ağıtı ile başlıyor. Küreselleşen dünyamızın, azınlık olarak kalan tırnak içinde öteki dediğimiz toplumları bekleyen tehdidi, dini ritüelle, izleyiciye sunuyor. Osega Kabilesi lideri, atalarından gelen değerlere sahip çıkamayarak, asimilasyona karşı gelemedikleri için, dini törenle kutsal çubuğu toprağa gömme sahnesiyle izlemeye başlıyoruz. Ana diliyle (Yerel dili de diyebiliriz) başlayan sahne, izleyiciyi yaşanılan çaresizliğe ve acılara hazırlıyor.



Osega kabilesi Lideri; Wah- Kon-Tah’ya; (Tanrılarına) “... Öğretilerini kaldırma vakti geldi. Dışarıda bizi dinleyen çocuklar, başka dilleri öğrenecekler. Beyazlardan eğitim alacaklar. ... Ve bizim yollarımızı bilmeyecekler” yaşanan tehlikeyi dile getirdiği sahnenin ardında, susuzluktan çatlamış topraktan fışkıran petrolle bulanmış yerlilerin, dansıyla oluşturduğu çatışma, olacaklarının habercisi olarak izleyici selamlıyor. Üçüncü sahne olarak ise; petrolün yerlilere sunduğu zenginliğin sonuçlarını siyah beyaz olarak göstermesi, belgesel niteliğinde gerçekleri anlatması açısından farklı anlam kattığını söylemek isterim. Kontrolsüz güç ya da temeli olmayan büyümenin ve zenginleşmenin, getirdiği sorunlar din, dil, ırk ve cinsiyet tanımıyor. Paranın getirdiği yozlaşma kaçınılmaz oluyor. Kısacası kimse günahsız değil. İnsanoğlu, yaşamda ne ekerse onu biçer sözü, anlamamız açısından oldukça değerli bir sahne olduğunu söylemek isterim.

Amerika Birleşik Devletleri yönetimi, Amerikan yerlilerini çorak topraklara sürmesi, sürdüğü toprakların petrol açısından zengin rezervlere sahip olduğunun anlaşılması üzerine, beyazlarla yerlilerin arasında yaşanılan olayları anlatıyor. Petrol zengini olan yerliler, bir anda burjuva sınıfı oluşturmaya başlıyor. Beyazlar, yerlilere hizmet eden konuma geriliyor. Rollerin değişmesi bambaşka çatışmayı beraberinde getiriyor.



Merkezi yönetim, zengin yerlilerin yaşamalarını kontrol altında tutmak için “yasal vekiller” ataması şartıyla yaşamlarına devam etmesine izin veriyor. Temel ihtiyaç olan beslenme, sağlık gibi konular da bile yasal vekillerin izni gerekiyor. Böyle olunca da gönüllerince harcanamayan paralar, beyazların iştahının kabarmasına neden oluyor. Bu iştah kabarması, beyaz erkeklerin yerli, kadınlarla evlenerek, servete ortak olarak bambaşka süreçlerin yaşanmasına neden oluyor. Zengin yerli ve beyazlarla evli kadınların, ölümleriyle sorunlar başka bir sürece evriliyor. 21. yüzyılın ilk çeyreğinden, 20. yüzyılın ilk çeyreğine baktığımızda, günümüzün azınlık sorunlarına daha net anlamımızı sağlıyor. Paranın nasıl yeni zevkler oluşturduğunu, kontrolsüz tüketimin, insanı nasıl yozlaştırdığını göstermesi açısından oldukça etkili sorular sormamızı sağlıyor. İstediğimiz kadar, insan halkları, demokrasi, adalet ya da adil gelir dağılımı için mücadele edelim. Paranın insanı süreklediği aç gözlülük, hırs ve çirkin yaşamlar asla değişmiyor. İnsanın değerlerini alt üst ediyor. Bu açıdan baktığımızda, senaryo zamansız sorunları dile getirme başarısını çok sevdim. Sert ve etkili temasının yanında, yaşanılan acıların oluşturduğu duygusal sorgulama da  film öne çıkıyor. Diyaloglar ve oluşturulan gri atmosfer yönetmenin kendine has özelliğini vurguluyor. Dayı ve iki yeğenin yerli kadınlar üzerinden zengin olmak için işlediği ve işlettiği cinayetler, yaşanılan çıkmazlara ışık tutuyor. Film sahnelerinde ilerledikçe sertlik artıyor. Cinayetlerin ortaya çıkma tedirginliği ile daha sertleşen aile, izleyiciyi tam bir terör örgütü hissine sürüklüyor. Hikaye katillerin ve kurbanların yaşamları üzerinden anlatılıyor. Dedektifler işler çığırından çıkması üzerine devreye girmesi, filmin gerçekçiliğini güçlendiriyor. Gerek yönetmen, gerekse de senarist objektif kalarak taraf olmuyor. Bu tarafsızlık, bütün tarafların gerçeklerini net görmemizi sağlıyor. Gerek senaryoyu yazan Eric Roth gerekse filmin yönetmeni Martin Scorusese işlerini kusursuz gerçekleştirmişler.

Oyunculuklara geldiğimiz zaman; başrolde iki tane Oskar ödüllü oyuncuyu izliyoruz. William King Hale (Robert De Niro), yerlilerle derin bağlar kurarak, planlarını harekete geçiren, diğer taraftan I. Dünya Savaşı’ndan dönen gazi yeğeni Ernst’i (Leonardo Di Caprio), servetin sahibi yerli kadın  Mollie (Lily Gladstone) başrolü paylaşıyor. Ernst, Mollie ile evleniyor. Olaylar bu evlilikle birlikte başlıyor. İzleyici vahşet ve ihanet dolu olay örgüsüyle baş başa kalıyor. De Niro ve Di Caprio 1993 yılında çekilen The Boys’s Life filimin ardından ilk kez aynı filmde rol alıyorlar. De Niro King Hale rolünde oldukça başarılı, sakin, kurgulayıcı ve acımasız yaşlı dayı rolüyle, cidden izleyiciyi rahatsız ediyor. Sakin, babacan yaşlı tavrıyla, ölüm saçan duruşu izleyiciyi sıkıntıya sokarak ürkütüyor. Para ve iktidar hırsıyla kandırdığı yeğeni Ernest rolüyle Di Caprio aşk, tutku, öfke, ihanet ve sonunda adalet duyguları içinde oluşturduğu gelgitler, bambaşka izlenirlik sağlıyor. İki oyuncunun performansı bir ders niteliği taşıyor. Lily Galdstone, Mollie,  iki tane sert karakterin arasında her türlü tavrıyla sakin ve hasta rolünü tertemiz yerine getiriyor. Tavrı durum çatışmasını ortaya koyarak, olayların içinde derin çelişkiler oluşturuyor. İki kültür arasındaki çelişkiler ve kararsızlık, oyunculuğuna farklı anlam katıyor.



Dolunay Katilleri katmanlı çatışmaya izin verirken, izleyiciyi ana olaydan hiçbir zaman ayırmıyor. Tüm yan olaylar ana olayı besliyor. Sorguluyor ve çözüm için doğrular üzerinden hareket etmesine neden oluyor.

Sonuç olarak; Martin Scorsese,  gerçek olaylardan uyarlayarak, sinema perdesine taşıdığı filmi, çok konuşulacak.  Ünlü yönetmen, insanın kendi kendini sorguladığı bir filme daha imza atmış. Yüz öncesiyle şimdi arasında değişen ne var? Sorusu sormamıza neden oluyor. İster azınlık diyelim istersek de öteki, insanın insana yaptığı kötülük değişmiyor. Değişmesi de zor gibi duruyor. Yakın çekimlerin ve özellikle yerli müziklerin oluşturduğu atmosfer filmin değerini daha arttırıyor. İlk sahnesi çok etkiliydi. Filmin bitiş sahnesindeki yerellik ve modernlik çatışmasının da etkili olduğunu da söylemek isterim.

İyi seyirler.

Yetkin Yüksel